Gecenin karanlığında milyonlarca insan, ekranlarının soğuk ışığına kilitlenmiş halde, görünürde birbirine bağlı ama gerçekte yapayalnız. Dijital çağın hiper-hızlı akışı içinde insan, paradoksal biçimde derin bir varoluşsal çöküş yaşıyor. Sosyal medya bildirimleri, sonsuz kaydırma döngüleri ve algoritmaların yönettiği gündemler arasında birey, hayatının kontrolünü yavaşça yitiriyor. Yıpranan sadece gözlerimiz değil; anlam arayışımız, ruh halimiz ve toplumsal dokumuz da bu görünmez fırtınada aşınıyor. Her şey her yerde ama hiçbir şey hiçbir yere ait değilmiş gibi bir duygu hâkim.
Bu durumu sosyolog Zygmunt Bauman’ın kavramsallaştırdığı akışkan modernite çarpıcı biçimde tarif ediyor. Bauman’a göre modern dünya artık katı formların hüküm sürdüğü bir yer değil; kalıcı olan tek şey sürekli değişim. “Akışkan modernitede hiçbir şey sabit değildir: kimlikler, ilişkiler, kurumlar… Hepsi şekil değiştirir, çözülür, geçici formlar alır.” Bu belirsizlik ve geçicilik ikliminde birey, zeminsiz bir hayatta yön bulmaya çalışıyor. Geleneksel değerler, kimlikler ve kurumlar dalgalanan bir zeminde anlamını yitirirken, insan her adımda yeniden uyum sağlamak zorunda kalıyor. Böyle bir dünyada güvensizlik, kaygı ve tatminsizlik adeta doğal durum haline geliyor. Bauman’ın işaret ettiği gibi, tüketim toplumu da bu akışkanlıktan besleniyor: İhtiyaçların yerini sonsuz arzular alıyor, doyum noktasına asla ulaşılamıyor. Sürekli yeniyi kovalamak, sürekli “daha fazlasını” istemek, modern insanın bitmeyen yarışına dönüşüyor. Bu yarışta durup düşünmek, kök salmak neredeyse imkânsız; sonuç ise köksüzlük duygusu ve varoluşsal bir boşluk.
Tam da bu zeminsizlik hissiyatının ortasında, dijital çağın ekonomik aklı bambaşka bir tahakküm kuruyor: Gözetim kapitalizmi. Shoshana Zuboff’un adını koyduğu bu yeni düzende, teknoloji devleri insan hayatının mahrem ayrıntılarını büyük bir açgözlülükle devşiriyor. Bireylerin çevrimiçi her davranışı, her adımı kaydedilip veriye dönüştürülüyor. Zuboff, “Gözetim kapitalizmi, tek taraflı bir şekilde sahiplendiği insan deneyimini hammadde olarak alıyor, davranışsal veriye dönüştürüyor… ve şu an, yakında ve gelecekte ne yapacağınızı tahmin eden öngörüler üretmek için kullanıyor… Bu öngörüler davranışsal opsiyon piyasalarında alınıp satılıyor,” diyerek bu düzenin işleyişini gözler önüne seriyor. Kısacası dijital dünyada insan, sadece bir müşteri değil, aynı zamanda bir hammadde artık. Kişisel deneyimlerimiz, duygularımız, tercihlerimiz – hepsi kârın maksimize edilmesi için toplanıp paketleniyor. Bu veriler anonimleşmiş istatistikler değil, aksine tek tek bize yönelik tahmin oklarına dönüşüyor. Ne düşüneceğimiz, neye rağbet edeceğimiz, kime oy vereceğimiz, hatta kim olduğumuz bile bu algoritmik öngörülerin hedefi haline geliyor. Silikon Vadisi’nin dev şirketleri, özel hayatımızın en ince detaylarına nüfuz ederek davranışlarımızı biçimlendirmeyi yeni normal haline getiriyor. Üstelik trajik olan, bu gözetim düzenine gönüllü katılımımız: Her paylaştığımız fotoğraf, attığımız beğeni, konum bildirimimizle kendi rızamızla bu sisteme veri sağlıyor, kendi görünmez kafesimizi inşa ediyoruz.
Bu noktada, dijital çağın görünmez efendileri olan algoritmalara yakından bakmak gerekiyor. Algoritmik tahakküm, günümüzün belki de en sinsi iktidar biçimi. Milyarlarca veri noktasını işleyen yapay zekâ algoritmaları, bize neyi görmek isteyeceğimizi, neyi satın alacağımızı, kimlerle iletişim kuracağımızı fısıldıyor. Ekranlarımıza düşen haber akışları, önerilen içerikler ve reklamlar rastgele değil; tam tersine, zaaflarımızı ve alışkanlıklarımızı bizzat bizden öğrenmiş programların ürünü. Bu dijital akıl hocası kılığındaki otorite, farkına varmadan seçimlerimizi çerçeveliyor. Yakın geleceğe dair en büyük kaygılardan biri de bu: Algoritmalar, sadece davranışlarımızı değil, bizzat gerçeklik algımızı ve benlik anlayışımızı da şekillendirmeye başlayabilir. Uzak bir distopya değil bu – şimdiden sosyal medya filtre balonlarında, arama motoru sonuçlarında bunun izlerini taşıyoruz. Gerçek ile yalan, önemli ile önemsiz arasındaki çizgiyi, bu kod parçacıkları çekiyor. İleride, “kim olduğumuza ve kendimiz hakkında ne bilmemiz gerektiğine bizim yerimize algoritmalar karar verecek” desek abartı olmaz. Birey, kendi öznel gerçekliğini bile dışarıdan tanımlanmış bulma riskiyle karşı karşıya.
Dijital dünyayı şekillendiren bu görünmez güç ilişkisi, Güney Koreli düşünür Byung-Chul Han’ın dikkat çektiği bir boyuta varıyor: Şeffaflık diktatörlüğü. Her şeyin açık, her şeyin erişilebilir ve anında olduğu bir kültürde yaşıyoruz. İlk bakışta bu mutlak şeffaflık, hesap verebilirlik ve özgür bilgi akışı ideali gibi sunuluyor. Oysa Han, bu durumun özgürlük değil yeni bir baskı mekanizması yarattığını savunuyor. “Şeffaflık toplumu bir güven toplumu değil, bir kontrol toplumudur… Şeffaflık insanı camlaştırır. Sınırsız özgürlük ve iletişim topyekûn kontrol ve gözetim’e dönüşüyor,” diyerek modern dijital kültürün perdesini aralıyor. Gerçekten de her yerde beliren “daha fazla şeffaflık” talebi, bizi Orwellvari bir denetime doğru sürüklüyor. Kendi hayatlarımızın da panoptikon gardiyanları haline geldiğimiz bu düzende, mahremiyet lüks sayılıyor. Her an izlenebileceğimizi bilerek yaşıyor, kendimizi sürekli vitrine koyarak var olmaya çalışıyoruz. Sosyal medyada paylaşılmayan an adeta yaşanmamış sayılıyor; ne yaparsak yapalım iz bırakmamız bekleniyor. Bu da gönüllü bir teşhir kültürü yaratıyor. İnsanlar birbirine dijital pencerelerden baktıkça, saklı hiçbir köşe kalmayan aynılıkhapishaneleri inşa ediliyor. Byung-Chul Han’ın ifadesiyle bu, “aynının cehennemi”dir – herkesin herkese benzediği, farklılığın, mahrem sırrın buharlaştığı bir toplum. Fransız düşünür Jean Baudrillard da benzer bir noktaya, tek tipleşmenin ölümcüllüğüne dikkat çekerek sarsıcı biçimde, “Aynıyla yaşayan, aynıdan ölür”demişti. Yani, çeşitliliğin ve gizemin yok edilmesi, insanlığı ruhsuz bir tekdüzeliğe mahkûm ediyor.
Öte yandan, dijital çağın baskısı yalnızca dışarıdan gelen bir denetimle sınırlı değil. Modern insan kendi kendisinin tiranına da dönüşmüş durumda. Byung-Chul Han bu olguyu Yorgunluk Toplumu kavramıyla açıklar. Disiplin toplumunun “yapma” diyen yasakları yerine, performans toplumunun “yapabilirsin, yapmalısın” diyen iç komutları geçmiştir. Birey, kendi kendini sömüren bir projeye dönüşmüştür: Daha verimli çalış, daha çok tüket, daha fazla kendini geliştir, hep meşgul ol. Bu bitmek bilmeyen öz-optimizasyon maratonu, beraberinde kronik bir tükenmişlik getiriyor. Han’ın dediği gibi, “21. yüzyıl toplumu artık bir disiplin toplumu değil, performans toplumudur.” Bu toplumun üyeleri özgür olduklarını sanarak kendi üzerlerinde bir tahakküm kurarlar; başarı baskısı, her an üretken olma zorunluluğu içselleştirilmiştir. Sonuç? Derin bir yorgunluk ve depresyon dalgası. “Her şey mümkün” yanılsamasının hüküm sürdüğü bu düzen, ironik biçimde bireyde “hiçbir şey mümkün değil” duygusunu besliyor. Nitekim Han şu gözlemi yapıyor: “Depresif bireyin ‘hiçbir şey mümkün değil’ çığlığı ancak ‘her şeyin mümkün olduğuna’ inanılan bir toplumda mümkündür.” Bir başka deyişle, sınırsız imkân vaadi, insanı kendi sınırlarına çarptırıyor. Yapabileceklerinin sonu olmadığını düşünen insan, en sonunda hiçbirine yetişememenin ıstırabıyla tükeniyor. Bugünün dijital emekçisi, ofiste de evde de yatakta da hep aynı ekranın karşısında, bitmeyen bir mesaiye gönüllü oluyor. Kendi başarı kırbacını kendi şaklayan birey, ruhsal çöküntüyle baş başa kalıyor. Ne dinlenmeye, ne derin düşünceye, ne de gerçek manada kendine zaman ayırmaya izin var; çünkü çağın mottosu hep daha fazlası, hep daha hızlısı. Böylece insan zihni ve bedeni, görünmez bir yarış pistinde hiç bitmeyecek bir tura zorlanıyor. Bu yorgunluk toplumu, dikkat dağınıklığı, anksiyete ve tükenmişlik sendromunu bir norm haline getirmiş durumda. Dijital dünyada her an yeni bir içerik, yeni bir görev, yeni bir hedef varken, durup nefes almak adeta suçluluk yaratıyor.
Tüm bu hengâmenin ortasında belki de en çarpıcı gerçek, hakikatin kendisinin de dönüşüme uğraması. Hiper-gerçeklik, Baudrillard’nın simülasyon teorisinde bahsettiği üzere, gerçeğin yerini almış kurgular dünyasını tanımlıyor. Gerçek ile sanalın, orijinal ile kopyanın birbirine karıştığı bir evrende yaşıyoruz. Artık bir olayın kendisinden çok, onun ekrandaki temsili önem kazanıyor. Sosyal medyada sergilenen hayatlar, filtrelerle cilalanmış sahte mükemmellikler, haber kanallarında gerçeklik şovu gibi sunulan olaylar… Bütün bunlar kolektif bir simülasyonun parçaları. Baudrillard, modern dünyayı anlatırken Borges’in harita metaforunu kullanır: İmparatorluk coğrafyasını bire bir ölçekle kaplayan o dev harita misali, günümüzde simülasyon haritası gerçeğin üzerini bütünüyle örtmüş durumda. Artık elimizde kalan, “gerçeğin çölü”dür – yani gerçeklik, devasa bir yanılsama ağıyla yer değiştirmiştir. İnsanlar ekranlara bakarak yaşıyor, ekrandaki görüntüyü gerçek sanıyor, gerçek dünyanın kendisi ikinci plana düşüyor. Bir nevi Matrix içinde olduğumuzu söylesek abartı olmaz: Kendi yarattığımız dijital ikizimiz, gerçek benliğimizin önüne geçmiş durumda. Hiper-gerçeklik çağında hakikat sanki bir gösteriye, bir eğlenceye, bir tüketime indirgenmiş halde. Gerçek acılar emoji ikonlarına, gerçek sevinçler beğeni sayılarına dönüşüyor. Sanal alemdeki bu kurgusal hayat, sahici hayatın yerini alırken, insana düşen rol bir simülakrın, yani gerçeğin kopyasının parçası olmak oluyor.
Bu tablo, iletişim araçlarının paradoksunu da gözler önüne seriyor: Her yerde ve her an iletişim halinde olan ama giderek yalnızlaşan bir insanlık. Toplumsal yalnızlık, çağımızın en büyük çelişkilerinden biri olarak karşımızda duruyor. Yüz milyonlar birbirine dijital ağlarla bağlanmışken, bireyler kendi odalarının sessizliğinde derin bir izolasyon hissine kapılıyor. Gerçek yüz yüze ilişkilere harcanan zaman azalıyor, sanal etkileşimler artıyor – fakat bu sanal “dostluklar” ve “takipçi” kalabalıkları gerçek bir aidiyet duygusu vermiyor. İnsanlar kendilerini kalabalık içinde yapayalnız hissediyor; bir şeyler eksik, temas etmeden dokunmaya çalışıyoruz. Beden dili olmadan, sıcaklık olmadan sürdürülen iletişim, anomi denen toplumsal boşluğu büyütüyor. Anomi, Fransız sosyolog Émile Durkheim’ın tarif ettiği şekliyle, normsuzluk ve rehbersizlik durumu; modern dijital hayat tam da böyle bir atmosfer yaratıyor. Geleneksel toplumsal bağlar zayıfladıkça, aileden komşuluğa, mahalleden ulusa kadar eski kolektif yapılar çözülüyor. Yerine gelen şey ise çoğu zaman bu boşluğu dolduramıyor: Yüzeysel etkileşimler, geçici “trend”ler ve sanal cemaatler, insana derinlikli bir anlam sunmuyor. Sürekli bağlantıda olup biteni izleyen ama kendisi kimseyle derin bir bağ kuramayan birey, içten içe yön duygusunu kaybediyor. Normlar, değerler dijital çağın hızına yetişemezken, iyi ile kötünün ölçüsü bile belirsizleşiyor. Herkes kendi gerçekliğine hapsolmuş küçük bir balonun içinde yaşar hale geliyor. Bu da toplumsal bir dağılma, bir çözülme duygusu yayıyor; ortak paydalar eriyor, ortak hakikat duygusu kayboluyor.
Bu çok katmanlı siber bunalım tablosunda, filozof Karl Jaspers’ın uyarıları yeniden yankılanıyor. Jaspers, daha 20. yüzyıl ortasında kitle ve makine çağının insanı nasıl kişiliksizleştiren tehlikeler barındırdığını dile getirmişti. Ona göre modern toplum, bireyi anonim bir kalabalığın içinde öğütüyor, özgünlüğünü yitirip sürüleşen insan, kendi varoluşunun bilincinden kopuyordu. Jaspers böyle bir durumda gerçek anlamda “ben” olabilmek için kişinin kalabalıktan sıyrılması, kendiyle ve hayatın zorlu gerçekleriyle yüzleşmesi gerektiğini söyler. “Kitlesel duygudaşlık içinde sevgiyi kaybeden insan yalnız olabilmelidir,” diye yazar Jaspers. Bu, bireyin sahici sevgiye, sahici bir bağa ulaşabilmesi için önce kitle psikolojisinin dışına çıkıp tek başına kalmayı göze alması demektir. Kalabalığın içinde yitip giden, popüler histerilere kapılan insan, sevgiyi de anlamı da kaybeder; bu yüzden zaman zaman inzivaya çekilip düşünmeye, özüne dönmeye ihtiyaç duyar. Elbette Jaspers’ın yalnızlık vurgusu, bugünkü dijital yalnızlığın tersine, bilinçli ve dingin bir içe dönüşü ima ediyordu. Günümüz insanı ise çoğunlukla seçilmiş bir yalnızlıktan ziyade, neye ait olduğunu bilememenin getirdiği bir tek başınalık içinde bocalıyor. Jaspers ayrıca cesaret ve mücadele kavramlarına da dikkat çeker: Birey, kendi varoluşunu gerçekleştirmek için cesaretle hayatın en kaçınılmaz gerçekleriyle – ölüm, acı ve suçla – yüzleşmeli ve onlara karşı mücadele vermelidir. Bugün de dijital çağın anomisi içinde kaybolan insanın benzer bir yüzleşmeye ihtiyacı var: Sürekli üstü örtülen ölüm gerçeğiyle, ekranlardan saklanan acıyla ve sanallık ardına gizlenen etik sorumlulukla hesaplaşma cesareti.
Tüm bu sert gerçekler karşısında, Martin Heidegger’in teknoloji üzerine düşünceleri de ufuk açıcıdır. Heidegger, modern teknolojinin sadece aletler toplamı olmadığını, dünyayı kavrama biçimimizi kökten dönüştüren bir zihniyet olduğunu belirtir. Teknoloji çağında insan, varlığıyla bağ kurmayı unutup her şeyi bir “nesne”, bir “kaynak” olarak görmeye başlamıştır. Doğa, bitmez bir hammadde deposu; insan ise bir işlev nesnesi, bir veri yığını haline indirgenir. Bu durumu Heidegger Gestell (düzenek) kavramıyla açıklar: Teknoloji, varolan her şeyi bir raf ürününe, bir stok malzemesine dönüştürür. Sonuçta insan da bu çarkın dişlilerinden biri olur, kendi öz değerini unutur. Varoluşun şiirselliği, derinliği, biricik anlamı silinir; geriye sayılar, tablolar, performans göstergeleri kalır. Heidegger, teknolojinin asıl tehlikesinin işte bu olduğunu söyler: Her şeyi “ne işe yarar?” diye ölçen zihniyet, “Bu nedir, bunun özü ne?” sorusunu unutturur. İnsanı insan yapan o derin sorular sorulmaz olur; yerini verimlilik ve hız takıntısı alır. Bugün dijital kültürde gördüğümüz manzara tam da bu değil mi? Kaç takipçim var, paylaşımım ne kadar etkileşim aldı, yapay zekâ ne kadar hızlı çalışıyor… Hepsi bir araçsal akıl düzeninin parametreleri. İnsanlığın binlerce yılda biriktirdiği hikmet, dinginlik ve mana arayışı ise gürültünün içinde boğuluyor.
Buraya kadar çizilen resim karanlık ve çetin. Peki çıkış yolu var mı? Öncelikle, bu siber bunalımın adını koymak, onu bütün katmanlarıyla anlamak gerekiyor. Kaçış, inkâr veya körü körüne teknoloji yüceltisi çözüm olamaz. İçinde bulunduğumuz krizin farkına varmak ilk adım. Ardından, belki de işe küçük bir içsel devrimle başlamalı: Dijital dünyanın dışına adım atıp kendi iç sesimizi duyabileceğimiz anlar yaratmak, “hayır” deme cesaretini göstermek, yavaşlamayı öğrenmek… Byung-Chul Han’ın dediği gibi, durup dinlenmek bir mikro direniş eylemine dönüşebilir; zira sistemin en korktuğu şey düşünme fırsatı bulan bireydir. Jaspers’ın altını çizdiği yalnızlık ve cesaret, burada kilit önem taşıyor. Arada bir dijital kalabalıktan çekilip zihinsel bir yalnızlığa bürünmek, derin nefesler almak ve kendimize “Ben ne yapıyorum, ne istiyorum?” sorusunu sormak gerekiyor. Bu soru, basit ama devrimci bir sorudur. Çünkü yanıtını algoritmalar veremez, istatistikler hesaplayamaz; insanın özünden, vicdanından ve ruhundan yükselir.
Belki de en sonunda kabul etmemiz gereken, dijital çağın nimetleri kadar külfetleriyle de yüzleşmenin insani gelişimimizin bir parçası olduğudur. Teknoloji bize muazzam imkânlar sunuyor, ancak aynı oranda büyük bir sorumluluk yüklüyor: Kendi ruh sağlığımızı, toplumsal bağlarımızı ve özgürlüğümüzü koruma sorumluluğu. Bu sorumluluk, kimse tarafından bizim yerimize üstlenilemez. Hiçbir uygulama, hiçbir yapay zekâ, insana insanlığını geri veremez. O, bizim kendi kendimize kazanacağımız bir mücadele alanıdır. Bu noktada, “Tehlikenin olduğu yerde kurtarıcı olan da büyür” diyen Hölderlin dizelerini hatırlatır Heidegger. Yani en büyük risklerin ortasında, kurtuluşun tohumları da yeşerebilir. Siber dünyanın yarattığı bunalım ne denli derin olursa olsun, insanın özünde hâlâ bu bunalımı aşacak bir kudret gizli. Bu kudret, eleştirel düşüncede, etik duruşta ve bilinçli tercihlerde kendini gösterir. Dijital fırtınanın ortasında insan kalabilmek, belki de çağımızın en büyük meydan okuması. Bu meydan okumayı kabul etmek ise öncelikle gerçeğin sert yüzüne bakmayı gerektiriyor. Siber bunalımın karanlığını dile getirmek, aslında o karanlığa teslim olmamaktır. Aksine, bu bilinçle hareket eden birey ve toplum, dijital çağda özünü kaybetmeden ilerlemenin yollarını arayabilir.
Sonuç olarak, Siber Bunalım diye niteleyebileceğimiz bu olgu, tek boyutlu bir kriz değil, aksine hayatımızın her katmanına sirayet eden çok yönlü bir varoluşsal meydan okuma. Gözetim kapitalizminin pençesinde öznesiz nesnelere dönüşme tehdidiyle, algoritmik tahakküm altında özgür iradenin aşınmasıyla, hiper-gerçeklik içinde hakikatin buğulanmasıyla, toplumsal yalnızlık ve anomi ortamında insan sıcaklığının yitimiyle karşı karşıyayız. Bu zorlu tabloyu anlamlandırmak için Bauman, Zuboff, Han, Baudrillard, Heidegger, Jaspers gibi düşünürlerin rehberliğine kulak verdik. Onların uyarıları ve analizleri, içinde bulunduğumuz bunalımı gözler önüne sererken aynı zamanda insana yakışır bir yaşam için ipuçları da sunuyor. Sert ve gerçekçi bir bakışla teşhis ettiğimiz bu çağ hastalığı, ancak böylesi çok disiplinli ve derinlikli bir farkındalıkla aşılabilir. İnsanın dijital fırtınada savrulan pusulasını yeniden bulması için belki de en radikal hamle, kendine dönmesi, yavaşlaması ve yeniden düşünmesidir. Kendimizi bir veri yığını veya performans makinesi değil, hisseden, düşünen, anlam arayan varlıklar olarak görmekle başlayabiliriz. Unutmayalım, modern dünyanın bu sert buhranında kaybettiğimiz anlamı ve aidiyeti, yine insanlığın kadim bilgeliklerinde ve vicdanımızın sesinde bulabiliriz. Siber bunalım bir sondan ziyade, insanın kendiyle yüzleşip özünü yeniden inşa etmesi için bir çağrı belki de. Bu çağrıya kulak verip vermemek ise her birimizin elinde.
Ve belki de tüm bu bunalımın içinden çıkışın anahtarı, Ali Şeriati’nin Öze Dönüş eserinde işaret ettiği o sahici çağrıda saklıdır. Şeriati, insanın kurtuluşunun ancak kendi özüne dönmekle, kendi benliğini ve köklerini yeniden hatırlamakla mümkün olacağını söyler: “Öze dönüş, insanın yabancılaşmaya karşı başkaldırısıdır; bu, kendine dönme, kendi değerlerini yeniden keşfetme ve kendi kaderini yeniden eline alma eylemidir.” Bugün dijital çağın gürültüsünde kaybolmuş birey için de bu bir davettir: ekranların, algoritmaların, dayatılan kimliklerin ötesinde kendi hakikatini bulma cesareti. Çünkü insan, ancak özüne dönerek hem özgürlüğünü hem de insanlığını kurtarabilir. Siber bunalımın karanlığı, işte o anda, kendi öz ışığımızla aydınlanacaktır.

Siber Bunalım
Gecenin karanlığında milyonlarca insan, ekranlarının soğuk ışığına kilitlenmiş halde, görünürde birbirine bağlı ama gerçekte yapayalnız. Dijital çağın hiper-hızlı akışı içinde insan, paradoksal biçimde derin bir varoluşsal çöküş yaşıyor. Sosyal medya bildirimleri, sonsuz kaydırma döngüleri ve algoritmaların yönettiği gündemler arasında birey, hayatının kontrolünü yavaşça yitiriyor. Yıpranan sadece gözlerimiz değil; anlam arayışımız, ruh halimiz ve toplumsal dokumuz da bu görünmez fırtınada aşınıyor. Her şey her yerde ama hiçbir şey hiçbir yere ait değilmiş gibi bir duygu hâkim.

Yanıt bırakın