Bilgi teknolojilerindeki hızlı gelişmeler, devletlerin güvenlik stratejilerini kökten dönüştürüyor. Artık yalnızca kara, deniz ve hava sahaları değil; siber uzay da uluslararası güvenliğin en kritik alanlarından biri haline gelmiş durumda. Bu alan, askeri stratejilerin yanında uluslararası hukuk normlarını da zorluyor ve “saldırı” kavramını yeniden tanımlamaya itiyor.
Siber saldırılar yalnızca bilgisayar korsanlığından ibaret değil. Bankacılık sistemlerinin çökmesi, enerji şebekelerinin sabote edilmesi ya da nükleer tesislerin devre dışı bırakılması gibi sonuçlar doğurabiliyor. Ancak günümüzde bu saldırılar giderek daha çok dezenformasyon ve psikolojik harp teknikleriyle birleşiyor. Amaç, kamuoyunu belli bir davranışa yönlendirmek veya tam tersine pasifize etmek. Yani bilgi teknolojileri artık yalnızca altyapıya değil, doğrudan toplumların algılarına saldırıyor.
Son yıllarda çok sayıda örnek, dijital ortamda yayılan yanlış bilgilerin gerçek dünyada ne kadar yıkıcı olabileceğini gösterdi. 2017’de Myanmar’da sosyal medya üzerinden yayılan nefret söylemleri, Rohingya Müslümanlarına yönelik şiddeti körükledi. Hindistan’da WhatsApp üzerinden yayılan asılsız “çocuk kaçırma” söylentileri, kısa sürede linç girişimlerine yol açtı. ABD ve Avrupa’da seçim dönemlerinde sahte hesaplar ve bot ağlarıyla yayılan manipülatif içerikler, seçmen davranışını etkilemeye yönelik girişimlerin en çarpıcı örnekleri oldu.
Bu örnekler, dijital alandaki psikolojik harpın yalnızca bilgi kirliliği yaratmakla kalmadığını; toplumları bölmek, kutuplaştırmak ve devlet kurumlarına olan güveni sarsmak için de kullanıldığını ortaya koyuyor. Üstelik yeni nesil deepfake videolar ve yapay zekâ destekli manipülasyon teknikleri, dezenformasyonu daha da ikna edici hale getiriyor.
Uluslararası hukuk, uzun süre kuvvet kullanımını fiziksel araçlarla sınırlı biçimde tanımladı. Birleşmiş Milletler Andlaşması ve 1974 tarihli 3314 sayılı BM Genel Kurulu kararı, “saldırı”yı silahlı güçle özdeşleştirdi. Ancak günümüzde siber operasyonların etkisi, kimi zaman bombaların ya da füzelerin etkisiyle kıyaslanabilir düzeye ulaşıyor. Örneğin, kritik enerji hatlarının siber saldırılarla felç edilmesi veya bir nükleer santralin devre dışı bırakılması, fiziksel yıkıma yol açmadan binlerce kişiyi etkileyebilir.
Hukuki açıdan en zorlu mesele ise isnat (attribution) sorunudur. Saldırının kimin tarafından yapıldığını kesin olarak tespit etmek çoğu zaman teknik olarak güçtür. Devlet destekli aktörler ya da örgütler, saldırıları başka gruplara mal edebilir veya sahte izler bırakabilir. Bu durum, mağdur devletin meşru müdafaa hakkını kullanmasını ve uluslararası mekanizmaları harekete geçirmesini zorlaştırır. NATO’nun hazırlattığı Tallinn El Kitabı bu konularda rehberlik etse de bağlayıcı bir hukuki çerçeve sunmamaktadır.
Siber saldırıların ve dezenformasyonun yarattığı tehditler, yalnızca teknik bir mesele değil; doğrudan uluslararası düzenin istikrarını ilgilendiren bir olgudur. Bu konuda iki adım aciliyet taşımaktadır. Birincisi, kuvvet kullanımı tanımlarının artık “etki” üzerinden yeniden yorumlanması gerekir. Yani fiziksel ya da dijital ayrımı yerine, saldırının yarattığı sonuçlara odaklanılmalıdır. İkincisi, devletler arasında işbirliği artırılarak saldırıların faillerinin tespiti için şeffaf, ortak mekanizmalar kurulmalıdır.
Sonuç olarak, dezenformasyon ve psikolojik harp teknikleriyle desteklenen siber saldırılar, 21. yüzyılın en ciddi güvenlik sorunlarından biridir. Hukukun, bu yeni tehditlere yanıt verebilmesi, yalnızca devletlerin değil, bireylerin ve küresel kurumların güvenliği açısından da hayati önem taşımaktadır.

Dijital Dünyada Yeni Tehditler
Bilgi teknolojilerindeki hızlı gelişmeler, devletlerin güvenlik stratejilerini kökten dönüştürüyor. Artık yalnızca kara, deniz ve hava sahaları değil; siber uzay da uluslararası güvenliğin en kritik alanlarından biri haline gelmiş durumda. Bu alan, askeri stratejilerin yanında uluslararası hukuk normlarını da zorluyor ve “saldırı” kavramını yeniden tanımlamaya itiyor.

Yanıt bırakın